‘’Sevelim, sevilelim, bu dünya kimseye kalmaz.’’ ( Yunus
Emre)
Sevilmek mi bilmiyorum… ‘’Pek de umursamıyorum’’ diyerek
kendimi de kandırabilirim. Ama seviyorum be kardeşim, bundan eminim.
Bugün öğretmenlik hayatımın ilk devamsızlığını yaptım. Günümün büyük kısmı kütüphanede geriye kalan
kısmı da hastanede geçti. Hastaneyi değil ama O’nu sevmiştim. Hatta O’nu sevmeme
vesile olduğu için hastaneyi bile sevebilirdim. Ah o gözler yok mu hala
aklımda…
…Usulca oturdu karşımdaki sandalyeye. Tozlu ayakkabısı ve
temiz bir pantolonu vardı. Hafiften solmuş mavi bir gömlek ve üzerinde takımdan
bozmaya benzeyen güzel bir ceket giymişti. Kirli sakallarının altında tombul
bir yüzü vardı. Abim olsaydı sıkar o yanakları severdim. Bıyıklarının kattığı
olgunlukla birlikte 30 yaşında ya vardı ya yoktu. Ama gözleri çok daha yaşlı
gösteriyordu. Ah o yaşlı gözler… Ağlardı ağlatırdı insanı. Ağlatıyor da… Ya
elleri? Düzgün ve tertemizdi elleri. Ama saklamaya çalışıyordu. Kelepçeler
salık vermiyorsa fiziğinin ne önemi kalıyordu ki?
Evet, usulca oturmuştu karşıma. Yanında bir infaz koruma memuru bir de rütbesini bilmediğim bir askerle gelmişti. Asker omzuna bastırınca oturmuştu. Kalabalıktık ve hepimiz bekliyorduk. Göz göze gelmemeye çalışarak arada bir onu süzüyordum. Kelepçeli ellerini bacaklarının arasına saklamaya çalışıyordu. Büzülmüş ve bacaklarını toplayarak usulca bekliyordu. Yaşlı ve pişmanlık okunan gözlerle diğer insanları hızlıca gözetleyip önüne bakıyordu. Arada bir kapı ve duvardaki uyarı yazılarını okuyor ya da en azından dudaklarını hareket ettirmesinden öyle olduğu sanılıyordu.
Gözleri ah ne de güzeldiler. O gözlerdeki yaşlar da aksesuar gibi bir başka güzellik katıyordu. Acı bir durumun yansıması bu kadar mı güzel olurdu. Acaba bu güzel ve yaşlı gözleri bekleyen bir eşi, sevdiği, anne ve babası var mıydı? O güzelim gözlerle karşı karşıya gelmemeye çalışıyordum. Utanmasındı, rencide olmasındı. Ben de başımı önüme eğdim ama dikkatim ondaydı. Ben başımı eğince o bana bakmaya başlamıştı. Bunu anlamıştım. Yanındaki infaz memuruyla asker ayaktalardı ve telefonlarıyla oynuyorlardı. Mahkûmla hiç konuşmadılar. Mahkûmla konuşmak yasak mıydı ki bilmiyorum. Sahi ben konuşmak istesem o da yasak mı olurdu. Ya da konuşsam, dertleşmeye çalışsam onu daha mı çok utandırırdım?
O güzelim insan ne suç işlemişti? Öyle bir insan nasıl suç işleyebilirdi? Çizgi filmlerde izlediğimiz ya da yazılarda tasvir edilen bir Habil masumiyetliği taşıyordu. O güzelim tertemiz eller hangi günaha bulaşmıştı acaba? O güzelim gözler hangi günaha şahitlik etmişti bilmiyorum. Düşündüğüm tek şey O bir mahkûm da olsa sevgiyi hak ediyor. Konumuna, suçuna, suçun gerekçesine bakmadan sevdim O’nu.
Düşünüyorum da ellerim kelepçeli bir şekilde kamuya açık bir hastaneye götürülseydim ne hissederdim? Büyüklerin nefret dolu, gençlerin meraklı bakışları arasında o kapıdan nasıl girerdim, hangi diz taşırdı beni o merdivenlerden? Ya da küçük çocukların ’’anne o abi kim, neden elleri bağlı?’’ sorularını nasıl duymazlıktan gelirdim. Cezaevleri ıslah yerleridir elbet. Ama bu şartlar altında ben nasıl ıslah olurdum ki… Bu şartlar altında beni de seven olur muydu?
‘’Sevdiğin kadar sevilirsin.’’ Diyen Can Yücel haklı mıdır acaba? O mahkûmu çok sevdim. Acaba o da beni sevmiş midir? Ya da özgür olsaydı beni sever miydi?
Bu soruları arkamda bırakıp Fuzuli’nin dediğini yapmalıyım; Emin olduğum güzelliği yaşamalıyım;
SEVMELİYİM!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder